

Für die deutsche Version hier klicken
Usta yazar Yaşar Kemal, yazarlık hayatına röportajlarla başlamış, mikrofonunu balıkçılara, köylülere, kaçakçılara, yoksullara uzatmıştır. Kendisi anlatmıştı: Uzun bir röportajda derdini dinlediği bir adama sonradan yazdığı yazıyı okumuş; ağlamış adam, »Yahu bize neler etmişler« diye…
Bazen yaşadıklarınız başka biri tarafından yazıya, söze döküldüğünde, inanılmaz görülebilir. Biz de Hayko Bağdat’ın Gorki Tiyatrosu’nda sergilediği tek kişilik gösterisinde ortak sürgün hayatımızdan bir kesit izleyince böyle hissettik: »Yahu, meğer biz neler yaşamışız« dedik: Berlin’e göçümüz, tanımadığımız, tanınmadığımız bir şehirdeki ilk günlerimiz, tutunma çabalarımız, anlaşılma kaygılarımız, büyük hayallerimiz, küçük sorunlarımız, kalabalığımız, yalnızlığımız, hayal kırıklıklarımız…
Bana Volker Weidermann’ın »Oostende. 1936«sını hatırlattı. Biz de ülkemizin ufkunda yaklaşan kara bulutları görmüştük. Kitaplarımız yasaklanmıştı, kovuşturma altındaydık, işsiz bırakılmıştık, izleniyor, tehdit ediliyorduk. Bir kısmımız zorunlu, bir kısmımız gönüllü terk etti yurdumuzu… Berlin, kucak açtı bize… Yurttan, sevdiklerimizden uzak kalmanın acısını burada dindirmeye, sanatımızı kendimize yurt yapmaya çalıştık.
Weidermann, »karanlıktan önceki o yaz«, bir avuç sürgünün, bir Belçika sahilinde buluşup kısa süreliğine birbirine yaslanmasını anlatır. Elbette bizim karanlığımız, 30’lar Almanyası’nınkiyle kıyaslanamazdı; »yaz«ımız da benzemiyor Oostende’ninkine... Ama uzun sürdü bizim karanlığımız da; beklemediğimiz kadar uzun…
Berlin, bir sürgünler şehri… Buradan sürülenler de çok olmuş, sürüldüğü diyarlardan buraya gelenler de, çağlar boyunca… Tarihin farklı dönemlerinde, farklı göçmenlere evsahipliği yapmış. Yolda yürürken kulağınıza çalınan dillerin, girdiğiniz sokakta gözünüze çarpan tabelaların, çalınan müziklerin, yemek alternatiflerinin çeşitliliğinde, kimi zaman da memnuniyetsiz bakışların, yabancı düşmanı partilerin saçtığı tedirginlikte, şehirdeki mülteci varlığını, göçmenliğin izlerini, sürgüne aşinalığı hemen sezebiliyorsunuz. O nedenle, kendinizi kısmen »evde« hissedebiliyorsunuz. Berlin, mülteci karşıtı siyasetin yükselişine rağmen, göçün acısını, sürgünün yarasını tarihinden biliyor. Farklılıkları birarada barındıran bir kültürel iklim, çeşitliliği zenginlik sayan bir toplumsal zihniyet, kendisine sığınanı sarıp sarmalayan insanların varlığı, şehri sürgünler için yaşanır kılıyor.
Benim Berlin’de dokuz yılım doluyor neredeyse… Bu sürede benden sonra gelenlere bakıyorum: Suriyeliler, Afganlar, Ukraynalılar, Filistinliler, dünyanın değişik köşelerinde çıkan yangınlardan kaçıp birbiri peşisıra geldiler. Berlin’in tren garı, Arapçanın, Kürtçenin, Peştucanın, Farsçanın, Ukraynacanın yorgun “ah”larını ve ümitvar dualarını işitti. Kadim bir toprağın katmanları gibi üstüste yığıldık, savaş görmüş bu yaralı kentin konutlarına… Yanımızda getirdiğimiz kederleri anlattık birbirimize; paylaştıkça azalttık. Önce gelenler, sonrakilere öğrendiklerini anlattı, yol gösterdi: Bürokrasiyle nasıl başedilir, hangi doktora gidilir, nerede ucuza kiralık ev bulunur, çabuk dil öğrenmenin yolu nedir, sığınmacı statüsü nasıl elde edilir… »Çocuğa kreş buldun mu«, »Ehliyetini aldın mı?«, »Almanca nasıl gidiyor«, »Vatandaşlığa başvurdun mu«?
Her gelen, öncekilerden tecrübe devşirdi. Her gelen, öncekiler gibi, şehrin kuytularında kendi alternatif Berlin’lerini yarattı; şehre kendi rengini kattı. Berlin’i, hüznün, eğlencenin, kaygının, öfkenin, yabancılığın, yerliliğin, hasretin birarada raksettiği bir kaleydoskopa dönüştüren de bu zenginlik olsa gerek…
»Yahu bize neler etmişler« diye başladık ya yazıya… Türkiye’den gelenler de katman katman yığılmış şehrin tarihine, birbirinin üstüne… 60’larda ilk gelenler ekmek peşindeymiş. »Misafir« olarak gelmişler, bir ev alacak kadar para kazanıp dönmeye niyetliymişler. Ama işler öyle yürümemiş; zamanla ailelerini getirmişler veya aileler kurmuşlar, kazandıkları parayla evsahibi olmuşlar burada zamanla… Şehre kök salmışlar. Filiz verip yeni kuşaklar vermişler Berlin’e… Hem şehir değiştirmiş onları; hem onlar değiştirmiş şehri… Bir kısmı tabutlar içinde dönmüş memlekete; bir kısmının yorgun bedeni gömülmüş burada…
Sonra her darbe, yeni bir mağdurlar kuşağını akıtmış şehre… 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra gelenler, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden kaçanlar… 70’lerin, 90’ların katliamlarından canını kurtaranlar…
Bizler, son 10 yılın »Erdoğan sürgünleri«yiz. Bir sabah askeri marşlarla uyandığımız için gelmedik buraya… Canımıza susamış şeriatçıların kaldığımız yeri kundaklaması, faşistlerin kentimizi ateşe vermesi, katillerin kendi mezhebinden olmayan insanların canına kıyması da değildi yurdumuzu terk etme nedenimiz… Diğerlerinden farklı olarak, bir gecede değil, ağır ağır, sinsice iktidarı ele geçiren, ele geçirdikçe güçlenen, güçlendikçe pervasızlaşıp otokrasiye dönüşen, özgürlük alanımızı gün be gün daraltıp sonunda yok eden bir zorbalığın sonucunda Berlin’e sığındık. Aramızda gönüllü gelenler de var, zorunlu göçenler de… Kimi artık sansürsüz yazı yazamadığından, kimi özgürce sokakta gezemediğinden, kimi şafakta polis baskını beklemekten bıktığından geldi. Sansürsüz yazabilmek, özgürce gezebilmek, sabah kapı çaldığında polis olmadığını bilmek ümidiyle…
Aradığımızı bulabildik mi? Herkesin cevabı farklı:
Kimi, dayanamadı onca kaybettiklerinin tahribatına, ayrılık acısına, gurbetlik sancısına; kendini toparlayamadı. Dağılanlar, dönenler oldu. Ama çoğu, tutunmanın bir yolunu buldu.
Bugün kimimiz Hayko Bağdat gibi sahnede anlatıyor derdini; kimi benim gibi yazıyor, ülkemizin başına gelenleri… Acımızı müziğe dökenler, tiyatro sahnesine çıkaranlar, perdeye yansıtanlar çıktı aramızdan… Kimi, resmini yapıyor yaşadığımız felaketin; sergilerde sergiliyor. Haber yapanlar, tez yazanlar, ders verenler, siyasete girenler, türlü çeşit yollarla sesini duyurmaya çalışıyor Berlin’e ve sınır ötesine… Her biri, yeni bir ses ekliyor şehrin kakafonisine… Zulüm büyüdükçe memlekette, nüfusumuz da, sesimiz de çoğalıyor gitgide…
Bir bakıyorsunuz yeni bir kitapçı açılmış, raflarında derdimizi anlatan kitapların satıldığı… Bir bakıyorsunuz yeni bir meyhane açılmış, acımızı dillendiren şarkıların çalındığı… Oralarda buluşuyoruz; şiirler okuyoruz, sürgün acısını bilen şairlerden:
»Söyleyin dağlara rüzgâra,
Yurdundan sürgün çocuklara,
Düşmesin kimse yılgınlığa,
Geçit vardır yarınlara…
Göç yolları göründü bize
Görünür elbet…
Göç yolları, bir gün gelir, döner tersine
Dönülür elbet…«
(Murathan Mungan)
Bir kulağımız anadilimizde gelecek müjdeli haberde, yeni şehrin dilini öğrenmeye, huyunu anlamaya, şarkı olup, şiir olup, kitap olup, tez olup hayatına karışmaya çalışıyoruz. Berlin, değişiyor bizimle; bizi değiştirirken bir yandan…