
fotoğraf: bianet.org
Für die deutsche Version hier klicken
BİRİNCİ PERDE:
17 Mart 1993-Bekaa Vadisi
Arabamız, Lübnan’ın verimli tarlalarının arasından süzülerek Beyrut’un doğusuna yöneldi. Bekaa Vadisi’ne yaklaştığımızda Mezopotamya güneşi batmak üzereydi. Şimdi Lübnan ile Suriye sınırlarının yakınlaştığı stratejik bölgedeydik. Uzun yıllar Türkiye’den, Filistin’den gerillaları ağırlamış o »devrim karargâhı«nda… Abdullah Öcalan’la görüşecektik. Kürt direniş örgütü PKK’nın kurucu lideriyle…
Öcalan’la aynı üniversitede okumuştuk: O, 70’lerin başında, ben 70’lerin sonunda… Benim okula başladığım yıl, o Diyarbakır Lice’de Kürdistan İşçi Partisi’ni (PKK) kurmuş ve Suriye’ye geçmişti. 15 yıldır örgütü oradan yönetiyordu. 1980 askeri darbesinde özellikle Diyarbakır Cezaevi’ndeki ağır işkenceler ve Kürtler üzerindeki baskılar, örgütü bir anda popüler hale getirmişti. PKK, 1984 yazında bir polis karakoluna saldırdı. Bu, açıkça savaş ilanıydı. Türk ordusu, sert karşılık verdi; ancak arazi yapısı düzenli orduya değil, gerilla mücadelesine uygundu; karşılıklı ağır kayıplar verildi. Binlerce insan öldü. Türkiye bir kan gölüne döndü. Artık Öcalan, devletin bir numaralı hedefiydi.
Yaklaşık 10 yıllık kanlı dönemin ardından Cumhurbaşkanı Turgut Özal, sorunun şiddet yoluyla çözülemeyeceği teşhisiyle bazı reform adımları attı. 1993 Mart’ında PKK bu adıma, kısa bir ateşkes çağrısıyla karşılık verdi. İşte tam o aşamada düşmüştük Bekaa yoluna… Yayın yönetmeni olduğum 32. Gün programı için Öcalan’la röportaj yapacaktım. Geceyi tek katlı bir hücre evinde, gerillalarla sohbet ederek geçirdik. Öcalan ertesi gün geldi. Sırtından eksik etmediği askeri üniformasını çıkarmış, takım elbise giymiş, kravat takmıştı. Onu ilk kez böyle görüyorduk. Örgüt kamerasının da kaydettiği söyleşide Kürt halkının haklarının tanınması halinde barışın sağlanabileceği mesajını verdi. Türkiye’nin tarihini değiştirebilecek bir mesajdı. Bizimle Bekaa’ya gelen heyette, Turgut Özal’ın danışmanı Cengiz Çandar da vardı. O da PKK liderinin mesajını Ankara’ya taşıyordu. Hava yumuşamış, diyalog başlamış, bir barış umudu doğmuştu. Röportajın sonunda Öcalan’a, »Bir gün Türkiye’ye dönüp Meclis’te siyaset yapmayı düşünebiliyor musunuz« dedim. »Benim dönmem değil, Türkiye’yi dönüştürmek önemli« cevabını verdi.
Öcalan röportajı yayınlandığında olumlu olumsuz büyük tepkiler aldı. Türkiye’nin dönüşme ihtimali belirmiş, barış, ufukta görünmüştü. 16 Nisan’da Öcalan, ateşkesi süresiz uzattı. Sıra Ankara’nın adımındaydı. Özal, bir af hamlesine hazırlanıyordu. Bunu da ertesi gün, 17 Nisan’da açıklayacaktı. Öcalan o gün Suriye’deki evinde heyecanla ekran başına geçti. Özal’ın açıklamasını beklerken televizyon, şok eden haberi »Son dakika« olarak verdi. Cumhurbaşkanı, kalp krizi geçirerek ölmüştü. Öcalan yanındakilere döndü: »Öldürdüler« dedi. Hemen ardından savaş, hiç olmadığı kadar kanlı bir hal aldı.
Birinci perde böyle kapandı.
İKİNCİ PERDE:
15 Şubat 1999-Ankara-İmralı
Ankara’da Kavaklıdere’deki ATV bürosunda çalışıyordum.
Öğleye doğru Başbakan Ecevit’in çok önemli bir konuda basın toplantısı yapacağı söylendi. Koşarak gittim. Ecevit sözlerine şöyle başladı: »Sizlere ve aziz yurttaşlarımıza bir haberim var. Bu sabaha karşı saat 03.00'ten itibaren bölücü terör örgütü PKK'nın başı Abdullah Öcalan Türkiye'dedir.«
Kulaklarımıza inanamadık. Yakalanmıştı. Aslında yakalanmadığını, CİA tarafından »idam edilmeme koşuluyla«, Ankara’ya teslim edildiğini, bir süre sonra, yine 32. Gün’de, Mehmet Ali Birand’ın aldığı bilgilerle öğrenecektik. O gün kanal için yaptığım yorumda, Öcalan’ın yakalanmasıyla Kürt sorununun çözülmediğini, başka bir faza geçtiğini, hatta daha da derinleşebileceğimi söyledim. Ancak öyle başdöndürücü bir zafer havası vardı ki kanal, yorumu yayınlamadı.
Öcalan’ın yargılanmasına 31 Mayıs 1999’da başlandı. Duruşmalar için PKK liderinin hapsedildiği İmralı Adası’na bir mahkeme inşa edilmişti. Mudanya’dan tekneyle adaya geçtim. Duruşmayı basın sıralarından izledim. Salon, PKK tarafından öldürülmüş asker ve polislerin aileleriyle doluydu. Bayraklara sarınmışlardı; yapılan pazarlığı bilmeden Öcalan’ın idamını bekliyorlardı. Öcalan az sonra salona alındı. Onu altı yıl sonra ikinci kez sivil elbise içinde görüyordum. Kurşungeçirmez bir cam odaya konmuştu. Davalı sıralarındaki şehit aileleriyle göz teması kurmamaya çalışıyordu. Savunmasına başlarken, röportajdaki sözlerini yineledi ve barışçıl çözüm istedi. Ancak sonunda Ekim 1999’da 30 bin kişinin ölümünden sorumlu tutularak idam cezasına çarptırıldı. Şimdi hükümetin sözünü tutma zamanıydı:
Öcalan’ın asılması için yıllarca kampanya yapan aşırı milliyetçi MHP’nin lideri Devlet Bahçeli, hükümet ortağıydı. CIA’nın koşuluna boyun eğmek zorundaydı, idamın durdurulmasına imza attı. Ardından da Türk Ceza Yasası’ndan idam cezası kaldırıldı. Böylece, cezası müebbet hapse çevrilen Öcalan’ın çeyrek asır sürecek tecridi başladı. Kürt sorununun bitmediği, başka bir faza geçtiği çok geçmeden anlaşıldı.
ÜÇÜNCÜ PERDE:
23 Şubat 2013-İmralı
PKK liderinin yakalanışının ayrıntıları belli olmaya başlayınca, Öcalan’ın sonu İmralı’da biten macerasını bir belgesel yapmaya karar verdim. Türkiye’de yayınlanması imkânsızdı belki, ama hiç değilse arşive kaydetmek istiyordum. O dönem iktidardaki Erdoğan hükümeti, PKK’nın silah bırakması ve barış sağlanması için Öcalan’la gizli görüşmelere başlamıştı. Meclis’teki Kürt milletvekilleri Öcalan’la hükümet arasında diplomasi trafiği yürütüyordu. Onlar aracılığıyla Öcalan’a mesaj yolladım. Yazılı yollayacağım soruları cevaplamasını istedim. Heyet üyelerinden biri, talebimi 23 Şubat 2013’teki görüşmede iletti. Öcalan »Olabilir, ama biraz beklesin« demişti.
O dönem Milliyet Gazetesi’nde yazıyordum. Mart ayı başında gazetenin yayın yönetmeni aradı: İmralı’daki gizli görüşmelerin tutanağını ele geçirmişlerdi. Gazete manşetten yayınlayacaktı. Ancak tutanaklarda benim adımın geçtiğini görünce duraksamış, ne yapacaklarını bilememişlerdi. Gizli bir şey yapmadığımı, bir belgeselci refleksiyle bu ilginç hayat hikâyesini ekrana taşımak istediğimi söyledim. Gazete, tutanaklardan o bölümü çıkardı. Bir kaç ay sonra ben gazeteden kovuldum. Ancak yayınlanan tutanaklar, hükümeti sarstı. Devletin istihbarat şefinin, »terör örgütü« sayılan bir örgütün lideriyle pazarlığa oturduğunun ortaya çıkması, özellikle muhalefetteki milliyetçileri ateşledi. Seçimler yaklaşıyordu. Erdoğan riski göze alamadı ve 2015 başında masayı devirdi. Ateşkes sona erdi ve her zamankinden daha kanlı bir dönem başladı.
SON PERDE:
Ekim 2024-Ankara
1 Ekim 2024 günü, Bozkurtların lideri Devlet Bahçeli, Meclis’in açılışında hiç beklenmedik bir hamleyle, o güne kadar düşman muamelesi yaptığı Kürt milletvekillerinin bulunduğu sıralara doğru gidip ellerini sıktı. Bu, hayal bile edilemeyecek bir sahneydi. Ardından daha da inanılmaz bir hamle geldi: Bahçeli, 22 Ekim tarihindeki konuşmasında, »Öcalan’ın tecridi kaldırılsın, gelsin Meclis’te konuşsun, örgütü lağvettiğini açıklasın« dedi. Şok olduk. Belli ki Gazze’de yaşananlardan sonra Ortadoğu’da değişen dengeler, özellikle de Şam’daki iktidar değişikliği, Ankara’yı yeni bir politikaya zorlamıştı. Kürtlerle barışılacak, ABD ve İsrail’in Kürtler üzerindeki etkisi kırılacak, Kürtler kazanılarak Suriye’deki yeni süreçte Ankara’nın daha etkin olmasının yolu açılacaktı. Bunun milliyetçi tabanda yaratacağı tepkiyi dizginlemek için de, PKK’ya karşı en saldırgan siyaseti izleyen MHP’nin önce ikna edilmesi, sonra da süreci omuzlaması gerekecekti. »Devlet« Bahçeli, bu işi sırtlandı ve kampanyaya önderlik etti. Heyetler yeniden İmralı yoluna düştü. Öcalan’ın çeyrek asır süren tecridi kaldırıldı. Görüşmeler yeniden başladı ve nihayet geçen Şubat sonunda Öcalan, kendisini ziyarete gelen milletvekilleri aracılığıyla PKK’ya silahları bırakma ve kendini feshetme çağrısı yaptı. Kuzey Irak’ta üstlenmiş olan örgüt, bir hafta sonra bu çağrıya olumlu yanıt verdi. Ardından Suriye’de, Rojova’daki Suriye Demokratik Güçleri’nin yeni rejimle yaptığı anlaşmanın haberi geldi. Bölgesel bir strateji, adım adım uygulamaya konmuştu.
Bir elinde otokrasinin demir yumruğunu tutan bir iktidar, diğer elinde zeytin dalı taşıyabilir mi? Demokrasi ayağı olmayan bir barış yürüyebilir mi? Zihnimiz bu sorularla meşgulken ardarda beklenmedik iki sağlık haberi geldi: Önce sürecin fitilini ateşleyen Devlet Bahçeli bir kalp kapağı operasyonu geçirdi ve uzun süre ortadan kayboldu. Ardından süreci Kürt tarafı adına yürüten Sırrı Süreyya Önder, aort damarının yırtılması sonucu yoğun bakıma alındı.
Bir önceki müzakere sürecinin, Özal’ın kalp krizi sonucu ölmesiyle amacına ulaşamadığı hatırlanınca barış çabalarının yüreklere ağır geldiği söylenebilir. Yine de 45 yılda 45 bin insanın canına malolan bu savaşı durduracak barış çabalarını yürekten destekliyor, sonucu yüreğimiz elimizde bekliyoruz.