CAN DÜNDAR’IN TİYATRO SÜTUNU #39

CAN DÜNDARS THEATER KOLUMNE
Karikatur

Karikatür: Serkan Altuniğne

Klicken Sie hier, um die Kolumne auf Deutsch zu lesen.


AKP’DEN AfD’YE PARTİ KAPATMA TARTIŞMASI

Altı yıl önceydi. 2018 yılının 27 Mayıs günü… Federal Anayasa Mahkemesi eski üyesi Susanne Baer’le Gorki Tiyatrosu’nun sahnesindeki bir tartışmada biraraya gelmiştik. Yüksek Mahkeme’nin 16 üyesinden biri olan Baer, feminist bir hukukçu olarak tanınıyor, özellikle kadın-erkek eşitliği ve ayrımcılıkla mücadele konularında çalışıyordu. Gorki Forum ve Allianz Kültür Vakfı’nın, Humbold Üniversitesi ve Dışişleri Bakanlığı ile işbirliği içinde düzenlediği Berliner Korrespondenzen dizisi çerçevesinde söyleşecektik. Konu başlığı çok ilginçti: »Özgürlük, ne kadar düzeni kaldırabilir?« (How much order can freedom take?) Aslında soru oldum bittim güvenlikçi bir bakış açısıyla tersinden sorulagelmişti: »Düzen, ne kadar özgürlüğü kaldırabilir?« Şimdi sıra, özgürlüklerin sınır boylarına çekilen dikenli tellerin sorgulanmasındaydı.

Esra Küçük’ün moderatörlüğündeki tartışma gerçekten ilginç oldu. (Meraklıları, tartışma metnine, NP&I’dan yayınlanan kitapçıktan  ulaşabilir.) Ancak bence tartışmanın bugün için anlam taşıyan bölümü, parti kapatmayla ilgiliydi. Tesadüfen o gün Berlin’de büyük gösteriler vardı. AfD’nin yapacağı bir yürüyüşe karşılık, binlerce gösterici, AfD karşıtı bir protestoda birleşmişti. Alman polisi, iki grubun birbirine girme ihtimaline karşı alarmdaydı. Merkeze giden yollar kapalıydı. Dışişleri Bakanlığı, Kültür ve İletişim Bölümü Başkanı Andreas Görgen, ulaşımda sıkıntı çekebileceğimi düşünerek kibarca beni motosikletiyle Gorki’ye götürmeyi teklif etmişti.  Panele o sayede yetişebilmiştim. Biraz da o yüzden AfD konusu, gündemi belirlemişti. Ben de konuşmama provokatif bir dizi soruyla başlamıştım: 

»Demokrasiyi tehdit eden bir parti, demokrasi içinde varolabilir mi?« 

»Demokrasi, kendisini yıkmayı hedeflediği bilinen bir harekete gözyumabilir mi?«

»Böyle bir partinin demokrasinin olanaklarını kullanarak iktidar olma ihtimali belirirse ya da o parti iktidara gelirse ne yapmalıyız?«
 

***

Türkiye’de bu deneyimi yaşamıştık.

2001 yılında kurulan AKP, 2002’de yüzde 34,5 oy alarak iktidar olmuştu. 2007’de oy oranını yüzde 46,5’a çıkarmıştı. Bu, olağanüstü bir başarı hikâyesiydi. 2007 seçiminin ardından, Anayasa Mahkemesi’nde partinin kapatılması talebiyle bir dava açılmıştı. Gerekçe, »AKP’nin laikliğe aykırı fiillerin odağı haline gelmesi« idi. İddianamede parti yetkililerinin devletin ve laik sistemin temel ilkelerini değiştirmeye yönelik eylem ve demeçleri uzun bir liste halinde sıralanıyor, partinin nihai hedefinin »şeriat« olduğu vurgulanıyordu.  Erdoğan, kadınların başını örtmesi konusundaki kararı yargının değil, dini ulemanın verebileceği söylenmiş, İstanbul’da bazı bölgelerde içkili mekânlar için »kırmızı sokak« uygulaması başlatılmıştı.

Dava açıldıktan sonra, tartışma iki konuda yoğunlaştı:

Halkın neredeyse yarısının oyunu almış bir partinin bir »yargı darbesiyle« kapatılması, halk iradesinin hiçe sayılması ve siyasal zeminin tıkanması anlamına gelmez miydi? 

Böyle bir karar, ekonomik istikrarı altüst etmez miydi?

Hazır karşımda bir Anayasa Mahkemesi üyesi bulmuşken, Türkiye’de 11 yıl önce yaşanan bu tartışmayı ve benim o zamanki pozisyonumu özetledim: O dönemki yazılarımda kapatma davasını yasal ve siyasal olarak iki boyutta ele almıştım. Yasal boyuta bakıldığında durum netti: Yüksek Mahkeme, karar verirken bir partinin kaç oy aldığına, iktidarda mı muhalefette mi olduğuna, kapatmanın muhtemel ekonomik sonuçlarına bakamazdı. O, dış dünyaya kulağını, gözünü, kalbini kapatıp anayasanın ve yasaların buyruğunu yerine getirmekle yükümlüydü. 

Ancak siyasal açıdan durum farklıydı. Türkiye siyaseti, bir kapatılmış partiler mezarlığıydı. Kapatılmış partilerin hemen hepsi, bir süre sonra daha da güçlenerek geri dönmüştü. Dönmeyenlerse yeraltına inip daha tehlikeli hale gelmişti. Kapatılan partilere oy veren yurttaşlar, sistemin kendi iradelerini hiçe saydığını görerek siyasete inançlarını yitirmişti. Özetle parti kapatmak, siyaseten geri tepen bir uygulamaydı.

Bu gerekçelerle o dönem AKP’nin kapatılmasına karşı çıkmıştım. 
Bu yaklaşımla, başta eşim olmak üzere, laik duyarlılığı olan kesimlerin de tepkisini çekmiştim. Benim gibileri, yaklaşan tehlikenin farkında olmayan »romantik demokratlar« ya da »tatlı su liberalleri« olmakla suçluyorlardı. 


***

Mahkeme 2008 yazında sona erdi. Anayasa Mahkemesi’nin 11 
üyesinden 6’sı kapatılma yönünde oy kullanmıştı. 5’i kapatmaya karşıydı. Ancak kapatma için »nitelikli çoğunluk« gerekiyordu; yani AKP, bir oyla kapatılmaktan kurtulmuştu. Yüksek Mahkeme, 10’a karşı 1 oyla partiye yapılan Hazine yardımının yarı yarıya kesilmesine hükmetti. 

Erdoğan, mahkeme sonucundan aldığı güçle 2010’da bir dizi anayasa değişikliğini referanduma götürdü. Değişiklik teklifi, Anayasa Mahkemesi’ni yeniden yapılandırıyor, parti kapatmayı zorlaştırıyordu. Hâkim ve savcıların atamasına karar veren kurulun üye yapısının değiştirilmesiyle, Erdoğan yargıyı ele geçirme şansı elde ediyordu. Ancak Erdoğan, kurnaz bir taktikle, liberallerin oyunu alabilmek için, »darbeci askerlerin yargılanması«na dair bir maddeyi de referandum paketine eklemişti. Referandumun tarihini, 1980 askeri darbesinin yıldönümüne denk getirmiş, bu yargı darbesini, »demokratik reform paketi« ambalajına gizlemişti. Benim »Hayır« oyu kullandığım o referandumdan yüzde 58 »Evet« sonucu çıktı. Avrupa Birliği’nin de coşkuyla desteklediği bu sonuçtan sonra Erdoğan, yargının iplerini büyük oranda eline aldı. Ele geçiremediği tek bir kale kalmıştı: Anayasa Mahkemesi… Onunla açık savaşa girdi. 

2015’te iktidardaki partinin emrindeki bir savcının yürüttüğü soruşturma ve partinin emrindeki bir yargıcın kararıyla hapsedildim. 2016’da Anayasa Mahkemesi, tutuklama kararının hukuksuz olduğunu söyleyip tahliyem yönünde karar verdi. O sayede özgürlüğe kavuştum. Tabii Erdoğan çılgına döndü: »Bu kararı kabul etmiyorum, saygı da duymuyorum, uymuyorum« dedi. Ama uymak zorunda kaldı. İntikamını »Allah’ın bir lütfu« dediği 15 Temmuz 2016’daki askeri darbe girişiminden sonra aldı. Darbeyi bastırdıktan sonra ilk yaptığı işlerden biri, tahliyemiz yönünde oy kullanan Anayasa Mahkemesi yargıçlarını tutuklatmak oldu. O yargıçlar halen, benim tahliyemi sağladıkları cezaevinde yatıyorlar.

Erdoğan, 2017’deki yeni bir referandumla parlamenter sistemi lağvedip »Türk tipi başkanlık sistemi«ne geçti ve sultanlığını ilan etti. Artık Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını tanımıyor. Daha geçen ay, Yüksek Mahkeme’nin hapisteki bir milletvekilinin salıverilmesine dair kararını uygulatmadı. Şimdi de Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini tamamen kısıtlayacak bir anayasa değişikliği üzerinde çalışıyor. Aşırı milliyetçi ortağı MHP, »Anayasa Mahkemesi tamamen kapatılmalıdır« kampanyasını başlattı bile… Yani kapatma davasından 16 yıl sonra, Erdoğan, kendi partisini kapatamayan Anayasa Mahkemesi’ni kapatmanın hazırlığını yapıyor.


***

Gorki’deki panelde, bugün parti kapatmalar konusunda farklı 
düşündüğümü anlattım. »Keşke o zaman kapatılsaymış« dedim. Gerekçelerimi sıraladım. Demokrasiye inanmayan bir sinsi siyasi organizma, demokrasinin imkânlarından yararlanarak onu yıktı. Türkiye’de artık güçler ayrılığından, yargı bağımsızlığından, hukuk devletinden söz edilemiyor. Erdoğan’ın hâkimleri, savcıları var. Komutanları, polis şefleri, mafya liderleri, milis gücü var. Yayın yönetmenleri, gazetecileri, rektörleri, sermayedarları var. Ve biz, en küçük yasal korumadan mahrumuz. Zaten zar zor işleyen bir demokrasinin son kurumlarını da kaybettik. Bugün, aktif demokrasinin kendisini savunma hakkı olduğuna inanıyorum. Karşısındaki tehdit, ne kadar halk desteğine sahip olursa olsun… 

Benim konuşmamdan sonra moderatörümüz Küçük, Anayasa Mahkemesi üyesi Baer’e, bu argümanlar ışığında AfD meselesine nasıl baktığını sordu. Herkesin cevabını beklediği Baer, »ihsas-ı rey« ortaya koymadan ilkelerin diliyle konuştu:

»Anayasanın ve insan haklarının korunması, popülizmin reddedilmesini gerektirir. Çünkü popülizm, çoğunluğun kızgınlığa dayalı yönetimidir. Dolayısıyla popülist hukukun üstünlüğü kavramının benimkiyle hiçbir ilgisi yoktur. Hukukun üstünlüğünü siyasi olarak savunmalı ve işi sadece mahkemelere bırakmamalıyız. Türkiye’nin bugünkü durumu, buna ne kadar acil ihtiyacımız olduğunu, şok edici bir şekilde bize gösteriyor. Benim, yaşadığım sürece bütün gücümle hukuk devletini savunmam gerekiyor. Çünkü eğer hukuk devleti, Türkiye’de tehdit altındaysa, burada da, Strasbourg’da da tehdit altında demektir. Bu erozyonu bir an önce durdurmamız gerekiyor.«


***

Son dönem Almanya’da AfD’nin kapatılıp kapatılmamasına dair 
tartışmaları ilgiyle izliyorum. Böyle bir adımın onu daha güçlü hale getireceği, ona oy verenleri gücendireceği ya da partiyi yeraltına iteceğine dair argümanları da acı bir gülümsemeyle okuyorum. Dilerim onlar pişman olduğunda Türkiye’deki gibi geç kalınınmış olmaz.